Bu Blogda Ara

30 Ağustos 2016 Salı

ah rüveyda bir anlatsam, anlayacağını bilsem bir anlatsam

art by Juliano Lopes



fezayı bağlayarak yorgun kanatlarına
bir güvercin uçurup kıtalar arasından 
çağırdın beni 
geçerek birer birer sürgün kanyonlarını 
derbeder koşup geldim ışıldayan tahtına 
yarım koyup bir bardak kurşun rengi çayımı 
yıkarak yalnızlığa kurduğum sarayımı 
yetim çığlıklarımı duyurmak üzre sana 
koşup geldim; iliştir beni memnu bahtına 

adını söylemek istemiyorum 
her hecesi amansız bir kor dudaklarımda 
her harfine yıllardır şimşeklerle yarıştım 
zindanlara karıştım, ölümlerle tanıştım 
adını söylemek istemiyorum 
rüveyda dediğim zaman 
anla ki, senin için yürüyor kelimeler 
çığlığımın atardamarlarından 

hangi yıldızdır bilmem, gözlerin 
kayar da üzerime rüveyda 
önce tuhaf bir deprem yayılır bedenime 
sonra açılır önümde ıstırab vadileri 
silik renkleriyle adımlarıma 
çözülmeye yüz tutan bir mazi mühürlenir 
hayalin bittiği menfeze doğru 
alaca bir at koşar içimde 
zamansız, mekansız nefese doğru 

uslanmaz bir yürek taşıdığıma dair 
yaygın bir kanaat dolaşır aynalarda 
oysa rüveyda 
baştanbaşa ben 
kevser akan, gül kokan bir kalbin filiziyim. 

kitaplara sürdüğüm kapkara lekelerden 
bir anlatsam nasıl utandığımı 
bir doğrulsam eğildiğim yerlerden 
ağarır tanyeri nilüferlerin 
alaca bir at koşar içimde 
ezer toynakları ile anılarımı 

sular köpürmemeliydi rüveyda 
kırılmamalıydı ıslak dalları hasret selvilerinin 
ben zehire alışkınım, şerbete değil 
rüyalar hefret eder avare duruşumdan 
kabuslar çeker ancak derdimi yeryüzünde 
sen gün boyu simsiyah bir ufukla beraber 
ben her gece bir Mehdi türküsüyle çilekeş 
yargılamak için zeval kayıtlarını 
inkılab bekliyorum 

hangi umut çiçeğidir bilmem, ellerin 
uzanır da gönlüme rüveyda 
derinden bir ok saplanır bağrıma 
beynimi çağıran bir sese doğru 
alaca bir at koşar içimde 
zamansız, mekansız nefese doğru 

varlığın cinayettir memleketimde işlenen 
akıtır kanını en asil pehlivanların 
yokluğun sükunettir kuşatır evrenimi 
varlığın ve yokluğun ölümüdür baharın 

artık eskisi gibi bakamıyorsun 
göklerinde bir belkıs otururdu rüveyda 
binlerce gökkuşağı olurdu kirpiklerin 
güneş bir anne gibi dururdu başucunda 
artık dokunamıyor kakülün bulutlara 
karalara bürünmüş saçlarında dolunay 
ben bu kadar zulme layık mıyım rüveyda 

hangi ressamı vurur bilmem, endamın 
sarar da benliğimi 
ben beni tanımam kaldırımlarda 
kafesleri yutan kafese doğru 
alaca bir at koşar içimde 
zamansız, mekansız nefese doğru 

kırmızı bir kurdela bağlayarak alnına 
duydun mu orkideye dua eden birini 
bu ısmarlama yüzler yok mu rüveyda 
bu yapmacık bebekler 
gözyaşı akıtırken gülenler yok mu 
beni kahrediyor geceler boyu 

hangi çağın gelişidir bilmem, gülüşün 
soluk bir dünyanın mezarlarına 
gömerek gurbetimi 
kapadı karanlığa Yesrip, kapılarını 
meydan okuyuşun çağın ordularına 
bilmem hangi mevsimin başlangıcıdır 
doruklardan öte hevese doğru 
alaca bir at koşar içimde 
zamansız, mekansız nefese doğru 

yasını tutuyorum kararttığım düşlerin 
yıpranmış divaneler gibiyim sokaklarda 
amansız bir ütopya üfleyen pencereler 
lif lif yoluyor dram seyyahı bedenimi 
önümde, haksızlığın hesaba çekildiği 
hiç kimsenin kimseyi tanımadığı mahşer 
arkamda, kare kare ömrümü belirleyen 
hatırladıkça yanıp tutuştuğum resimler 

söyle, nasıl aşarım pişmanlık dağlarını 
yeniden bir nil olup taşar mıyım çöllere 
kim giydirir başıma tacını nihayetin 
kim takar bileğime hürriyet künyesini 
karada balık gibi nasıl yaşarım, söyle 

rüveyda, seziyorum; tahammülün kalmadı 
ama dur, boşaltayım bütün çığlıklarımı 
asırlardır köhne barınaklarda 
küflenen, çürüyen çığlıklarımı 

at vuruldu; içim paramparça rüveyda 
gölgelerin ardına sakladım kusurumu 
sen orda kayıtsızca gülümsüyor gibisin 
ben burda damla damla eriyip akıyorum 
yine de, çiğnetemem kimseye gururumu 
istenmediğim yeri sessizce terkederim 
hatıra kalsın diye bırakır da ruhumu 
mahzun bir derviş gibi boyun büker, giderim

Nurullah Genç

8 Ağustos 2016 Pazartesi

ömür hanımla güz konuşmaları

art by  Shamsia Hassani



...Ve güz geldi Ömür hanım. Dünya aydınlık sabahlarını 
yitiriyor usul usul. İnsanın içini karartan bulutların seferi var 
göğün maviliğinde. Yağmur ha yağdı ha yağacak. İn-
cecik bir çisenti yokluyor boşluğunu insan yüreğinin. 
Hüznün bütün koşulları hazır. Nedenini bilmediğim bir 
keder akıyor damarlarımdan. Kalbimin üstünde binlerce 
bıçak ağzı... ve yüzüm ömrümün atlası; düzlükleri bunaltı, 
yükseklikleri korku, uçurumları yıkıntılarımla dolu bir 
engebeler atlası. Yaşamak bir can sıkıntısı mıdır Ömür 
hanım? 


Her şeyi iyi yanından görmeyi kim öğretti bize? Acıyı 
görmeyen insan, umutsuzluğu yaşamayan, iliklerine dek 
kederin işleyip yaralamadığı bir insan, mutluluktan, 
umuttan, sevinçten ne anlar? Göğü görmeden, denizi gör-
meden maviyi anlamaya benzemez mi bu? Bir güz dü-
şünün ki Ömür hanım, ilkyazı olmamış, yazı yaşanmamış, 
böyle bir güzün hüznü hüzün müdür? Başlamanın bir 
anlamı varsa bitişi göze almak, bitişin bir anlamı varsa 
başlangıcı olmak değil midir? Yaşamı düz bir çizgide tut-
mak tükenmektir. Yaşamak zorunda olduğumuz şunca yılı 
aykırı uçlar arasında gezdirip geçirmedikçe, alışkanlıkların 
sınırlarını aşmadıkça zaman zaman, yaşamak nasıl yenilik 
olur tükenmek değil de? 


Yağmur yağıyor Ömür hanım...gökten değil, yüreğimin 
boşluğundan ömrümün ıssız toprağına...Ve ben sonsuz 
bir düzlükte bir küçücük, bir silik nokta gibi eriyip gi-
diyorum. Seslensem kim duyar sesimi yalnızlıklar ka-
tından? 


Dönelim...Dönmek yenilmektir biraz da, yarım kalmasıdır 
çıkışlarımızın, korkaklıktır, alışkanlıkların güvenli küflü 
kabuklarına sığınmaktır...Olsun dönelim biz yine de. Bi-
lincinde olmadan üstlendiğimiz sorumluluklarımız var. 
Evlere dönelim, sırtımızın kamburu evlere, cılızlığımızın 
görkemli korunaklarına, yalnızlığımızın kalelerine dö-
nelim. Ölçüsüz yaşamak bize göre değil Ömür hanım. 
Büyürken geniş ufuklarımız olmadı bizim. Küçücük 
avuçlarımızla sınırlarımızı genişletmek istedikçe yaşamın 
binlerce engeli yığıldı önümüze. Hangi birini yenebilirdik 
bunca olanaksızlık içinde. Umutsuzluğu tanıdık, yenilgiyi 
öğrendik böylece. 

Yaşama sevinci adına bir tutamağım kalmadı Ömür hanım. 
Bir garip boşlukta çiviliyim günlerdir gözbebeklerimden. 
Sahi nedir yaşamın anlamı? Geriye dönüyorum sık sık 
yanıt aramak adına, yüreğimin silik izler bırakıp, ağır 
yükler aldığı zamanın derin denizlerine. Bakıyorum umut 
karamsarlığın, sevinç acının azıcık soluk almasından başka 
ne ki? Yaşamsa gerçekle düşün umutsuz bir savaşı, her şeyi 
içine alan kocaman bir yanılsama... Değil mi yoksa? 


Öyle büyük umutlarım olmadı benim, büyük düşlerim, 
özlemlerim, büyük beklentilerim olmadı. Koşullarım beni 
oluşturdu ben acılarımı buldum. Herkes gibi yaşasaydım 
eğer, yaşamı onlar gibi görebilseydim çarşılar yeterdi 
avutmaya beni. Bir gömlek, bir ayakkabı, bir elbise; bir
yemek lokantalarda; televizyon, halı, masa ve daha nice 
eşya yeterdi yalnızlığı örtmeye, kendimi göstermeye, va-
rolmaya, 'dar çevre yitikleri'nde önem kazanmaya... 


Oysa ben bir akşamüstü oturup turuncu bir yangının 
eteklerine, yüreği avuçlarımda atan bir can yoldaşıyla 
dünyayı ve kendimi tüketmek isterdim. Öyle bir tüketmek 
ki, sonucu yepyeni bir "ben"e ulaştırırdı beni, kederli dal-
gınlığımdan her döndüğümde...Bir ben ki tüm ilişkilerin 
perde arkasını görür de gülerdim sessizce yapay ya-
kınlıklarına insanların. Kim kimi ne kadar anlayabilir 
Ömür hanım? 


Susmak yalnızlığın ana dilidir, Ömür hanım, şiiridir, beni 
konuşmaya zorlama ne olur. Sözün sularını tükettim ben, 
kaynağını kuruttum. Geriye bir büyük sessizlik kaldı yü-
reğimde, kalabalıklar, kalabalıklar kadar büyük...Yalnızım 
Ömür hanım, geceler boyu akıp giden ırmaklar gibi ka-
ranlıklar içre, öyle yitik, öyle üzgün, yalnızım...Sularım 
toprağa sızıyor bak. Yüzümü geceler örtüyor. Binlerce taş 
saklanıyor içimde. Kim kimin derinliğini görebilir, hem 
hangi gözle? 


Kendilerinin olan tek sözcük yok dillerinde, öyle çok ko-
nuşuyorlar ki...Bir söz insanın neresinden doğar dersiniz? 
Dilinden mi, yüreğinden mi, aklından mı? Düşlerinden 
mi yoksa gerçeğinden mi? Ve kaç kapıdan geçip yerini 
bulur bir başka insanda? Yerini bulur mu gerçekten? Sözü 
yasaklamalı Ömür hanım yasaklamalı...Kimsenin kimseyi 
anlamadığı bir dünyada söz boşluğu dövmekten başka ne 
işe yarıyor ki? Olanağı olsa da insanların yürekleri ko-
nuşabilseydi dilleri yerine, her şey daha yalansız, daha içten 
olurdu. Aklı silmeli diyorum insan ilişkilerinden. Yanılıyor 
muyum? Olsun. Yanıldığımı biliyorum ya... 



Yeni bir şeyler söyle bana ne olur, yeni bir şeyler. Kurşun 
aktı kulaklarıma hep aynı sözleri, aynı sesleri duymaktan. 
Belirsizlik güzeldir, de örneğin, kesinlik çirkin. Sessizlik 
sesten -hele de güncel ve kof-  her zaman iyidir; düş gücü, 
iç zenginliği verir insana. Dünyanın usul usul ağaran o 
puslu sabahları ve günün turuncu tülleriyle örtünen dingin 
akşamları bu yüzden etkiler bizi, duygulandırır, de. Anlık 
izlenimler sürekli görünümlerden her zaman daha güçlü, 
kalıcı ömürlüdür...Alışkanlıklar öldürür güzelliğimizi, 
bizi değişmek çirkinleştirir de. 


Kimse düşlerine yetişemez ve kimse geçemez gerçeğini bir 
adım bile; bu yüzden sıkıntı verir zaman, kısa kalır, sonsuz 
olur, insanın küçücük ömrünün karşısında. İstemenin kuralı 
yoktur, de, açıklaması sınırı suçu yoktur; istemek ya-
şamın kendiliğinden sonucudur, ne haklı ne haksız, 
ne yerinde ne yersiz...

 
Biz hepimiz dikenli tellerle sarılıyız, her ilişkide bir par-
çamız kalır ve bölüne bölüne biteriz de. En büyük hü-
nerimiz kendimize karşı olmak, aykırı yaşamaktır, acı 
kaynaklarımızı ellerimizle yaratarak...Kıyılarımız duy-
gularımızın boyunda, derinliğimiz aklımızın ölçüsündedir; 
ufuklarımızsa sisler içinde...O kıyısız gökyüzü nasıl sığar 
küçücük gözlerimize, bir bardak suya, demirli bir pen-
cereye...Nasıl gizleriz ağız dil vermez bir geceye? Ve nedir 
ki gizi, daraldığımız her yerde bir genişlik duygusu verir 
içimize. Çözemeyiz, de, bu güdük bilinç, bu sığ yürek, 
bu ezbere yaşamla. 


Dünya bir testidir, de, Ömür hanım, ömür bir su...Sızar 
iğneucu gözeneklerinden zamanın, bir içim serinlik bir 
yudum mutluluk için. Ve bir gün ölümün balkonundan...
dökülür toprağa el içi kadar bir su. Yerde birkaç damla 
nem, bir avuç ıslaklık...Ölümü bilerek nasıl yaşar insan, 
geride dünyanın kalacağını bilerek nasıl ölür; bilmek bütün 
acıların anasıdır, de... 


Sars aklımın cılız ayaklarını, kuşat beni. Değişik şeyler 
söyle ne olur, yeni bir şeyler söyle. Yıldım ömrümün ka-
lıplarından. Beni duy ve anla.

 
Yağmur dindi Ömür hanım. Gökyüzü masmavi gülümsedi 
yine. Doğa aynı oyununu oynuyor bizimle. Umudun 
ucunu gösteriyor usulca, iyimserliğin ışığını süzüyor mavi 
atlasından. Ne aldanış! Bulutların rengi mavi-beyaz mıdır, 
kurşuni-külrengi mi yoksa? 


Gökyüzünü öpmek isterdim Ömür hanım, gözlerimle değil 
dudaklarımla. Yoruldum bulutları kirpiklerimde taşı-
maktan. Delilik mi dedin? Kim bilir...Belki de yerde sü-
rünmenin bir tepkisidir bu, ya da ne bileyim bilinçsiz bir 
aykırı olmak duygusu. Gökyüzü de olmak isteyebilirdim 
değil mi? Kim ne diyebilir ki?


Kimseler görmedi Ömür hanım, bu dünyadan ben geçtim. 
İçimde umudun kırk kilitli sandıkları, elimde bir avuç düş 
ölüsü yüreğim -içinde senin ve benim ağırlığım- benim 
olmayan bir garip gülümsemeyle yüzümde, incelik adına,
ben geçtim...Yerini bulmamış bir içtenlik, yanılmış bir 
saygı ve bir hüzün eğrisi olarak ilişkilerin gergefinde, 
ördüm ömrümün dokusunu ilmek ilmek. Beni cam kı-
rıklarıyla anımsasın insanlar, savrulan bir yaprak hüznü 
ve dağınıklığı ile... Yükümü yanlış bedestanlara çözdüm.

 
Ezilmiş bir gül hüznü var yüreğimde. Saatlerce dayak 
yemiş bir sanığın çözülmesi içindeyim. Ürperiyorum. Bir 
at kestanesi durmadan yaprak döküyor yalnızlığın so-
kaklarında, örtüyor ömrümün ilk yazını. İçimde bir çocuk, 
yalın ayak koşuyor yaşlılığa doğru, binlerce kez yenilmiş 
umut ölülerini çiğneyerek. Sahi yaşlılık, derin bir iç çekiş, 
yanılmış bir çocukluk olmasın Ömür hanım?



Ankara, Güz/1983

ŞÜKRÜ ERBAŞ

4 Ağustos 2016 Perşembe

lp


Lost on You




strange

eylül / haydar ergülen



Bunun sonu şiirdir

Kadın gider ve bunun şiir olduğu söylenir
kadın gider ve bir şair doğar bundan
(Ben hangi kadından şair olduğumu bilirim)
"Yazın bittiği her yerde söylenir"se
kadının gittiği de her yerde söylenir
kadın gittiği her yerde şiir diye söylenir:
Kadının gittiği yazın bittiğidir, her yerde
yaz biter kadın giderse, bunun sonu şiirdir,
yazın sonu şiirdir, şiirdir aşkın sonu...
Şehir her semtiyle yazın peşine düşse
yaz uzar bundan ve aşklar da nasiplenir,
yazın peşinde şehir, kadının peşinde şiir
eylülün semtine kadar böyle gidilir
bir gecede gittimdi hazirandan eylüle
eylül yazdan terkedilmişti, şiirse haziranda
kadın tarafından terkedildi o söylenceye:
Bütün oğullar anneyi bir şiire terkeder!
O kadın beni terkederse şair olurum
oğul olduğum kadın sakın beni terketme,
şiirdir söylenir, yazdır biter, kadındır gider

Bütün kadınlar şiiri bir kadına terkeder!